YETMİŞ YIL
EVVELKİ YUKARI TEKKE İLE TEKKE ÖNÜ
Ben;
mevsimlerden son baharı, esen fırtınaların sesini, yerlerde sürüklenen hazan
yapraklarının rengini, daha çokta güze mevsiminin gün batışı akşamlarında
yukarı tekkeden Sivas’ın hazan bahçelerini seyretmeyi sevdim. Bazı günler, içime
tarifsiz bir hüzün çöker, yalnızlığımı, garipliğimi hissettiğim zaman
kaybettiklerimi ziyaret için yukarı tekkeye giderim. Bu Dünya’da bir pula avuç
açanla makamları önünde baş eğdiren fanilerin müsavi olduğu tüm yatanlara
Fatiha okuduktan sonra tekkenin son uç noktasına gelir, buradan; her mevsim
ayrı bir güzelliğin cazibesine bürünen Sivas’ın silüetini doyumsuz bir
hayranlıkla dakikalarca izlerdim.
Yaşlandım
artık eskisi kadar sık sık tekkedeki dostlarımın ziyaretine gidemiyorum. Gittiğim
zamanda otobüse, taksiye binmek yerine yürüyerek gider geçmişi yaşar mutlu
olurum. Geçen gün eylül ayının son günlerinde hem ikindi namazını kılmak, hem
dostların ruhuna yakından Fatiha okumak için yukarı tekkeye gittim. Dik yokuşlu
daracık eski patika yoldan yorgun adımlarla dinlene dinlene çıkarken geçmişi
yaşadım, maziye döndüm, mutlu oldum. Yolun yarısına gelince gözlerim sağ
taraftaki “Talih Kayası”na takıldı. Eskinin genç kızları bahtlarının açılması
dileğiyle ufacık yedi taşı “alihim talihim dağdamısın, taştamısın, sudamısın, çayır
çimen içindemisin nerdeysen gel beni bul!”diye seslenerek attıkları o taşların
üzerini otlar bürümüş. Bu yığıntıya bakarken içime garip bir hüzün çöktü. Bahtlarının
açılıp açılmadığını düşündüm, hükmüne baş eğdiren kader yazısını kimsenin
değiştirmeyeceğini bilmeden attıkları taşların gölgesinde şimdi edebi
uykularını uyuyanlara Fatiha okurken göz pınarlarımdan yaşlar süzüldü.
Namazdan
sonra tekkenin uç noktasından Sivas’ın seyrine daldım. Sivas eskiden bu kadar
büyük ve çirkin değildi o güzelim evlerin konakların yerine, alçaklı yüksekli
birbirine karışan beton binalar almış, ne dikili bir ağacı, ne akarsuyu, ne
bostanı bahçesi ne tarlası kalmış. Sultan Sivas; yeşile ırmağa hasret kalmış. Mısmıl
ırmağın nerdeyse yatağı kurumuş. Havada dönüp duran kuşlar tüneyecek bir dala
bir ağaca hasret kalmış.
Sivas
eskiden böyle sıkıcı boğucu değildi. Yukarı tekke demek eskiden olduğu gibi
bugünde; öteki alemin lütfuna ermek için burada diz çökenlerin, baş koyanların,
ellerine gökyüzünün sonsuzluğuna açanların dudaklarında yama olup kalmış dualar
yalvarır. Naçar kalanların yüreklerini buranın manevi havası dolar buraya
çaresiz gelenler dipdiri bir yaşantının başlangıcıyla geri dönerdi. Çünkü
yukarı tekke; İslam öncülerini , İslam klavuzlarını, İslam erenlerini bağrına
basanlarla dolu. Sivas’lıların son makamı, son vuslat durağı bu yüzden burayı
ziyaret edenler boş gönderilmez. . .
Tarih
kadar eski tekke önü günümüzde ne yazıkki bir varmış bir yokmuş oldu. Geçmişini
tekke önü ile yukarı tekkenin geçmişini bir tiryaki ağzıyla bir bir anlatsam ne
olur?. Bu gün yüzünü tarih perdesiyle örtmüş uyuyan tekke önünün perdesini
aralasam düğümünü çözüpte geçmişini anlatsam ne olur?. Başlangıcı bilinmeyen
tekke ile önünün hikayesini kendi hikayemizide eklesem ne olur?.
Yıllar
önce büyüklerimden dinlemiştim. Şehrimizin din adamı ulemalarından birinin “bu
yüce kişinin Şeyh Şemşi Sivasi Hazretleri olduğu rivayet edilir”. Rüyasında
“ben efendimizin sancaktarı Abdul Vehhap Gaziyim, burada yatmaktan artık
rahatsız oluyorum beni çıkar edebi makamıma defnet diyor”ve tekkenin önünden
geçen Mısmıl Irmağın sahilindeki yattığı yeri gösteriyor. Şeyh Şems hazretleri
sabahleyin, şehrin ulemalarından oluşan bir grupla tekke önüne geliyor. Rüyasında
tarif edilen nehrin kıyısındaki “rivayete göre burası Molla emminin tarlası ile
Mahmut Ayral’ın tarlasının birleştiği sınırlar içindeki bostanlar”. Şems
hazretleri iki bostanın birleştiği alanı göstererek burayı eşin diyor. Besmeleyle
ilk kazma vuruluyor, kum ve milden oluşan toprak iki diz boyu kadar eşildikten
sonra birkaç iskeletle birlikte, iri bedenle, uzun boylu mübarek bedeni bugün
şehit olmuş gibi kanlar içinde hiç bozulmamış halde Abdülvehab Gazi
hazretlerini buluyorlar. Abdülvehab Gaziyi yukarı tekkeye diğerlerinide
yakınına defnediyorlar. Bunlar; Anadoluyu İslamlaştırmak için dua himmetiyle
öncü hakimi, Allah dostu evliya erenleridir. Bunlar; Ahmet Turan, Arap Evliyası,
Kılavuz baba, Çeltek baba gibi maneviyat erenleridir. Bunlara bu yiğitlere
İslamı savaşarak yayma görevini üstlenmiş bu yiğitlere Alperenler, Gazi yanı
rumda denir. Bunların amacı, İslamı yaymak, ön saflarda savaşarak şehit olmak
ve bu toprakların islama ait olduğunu ispatlamak içinde, şehit oldukları yere
defnedilmektir. Bundan dolayı Anadolu şehirlerinin pek çoğu bu gazilerin
türbeleriyle taçlanmıştır. Abdülvehabi gazi; soğuk çermik civarındaki bir
savaşta şehit olurken suya düşüyor, sel suları mübarek bedenini yukarı
tekkedeki akkaya nın eteklerine kadar getiriyor, milli kumların altında
yıllarca kalıyor. Abdulvehhab gazi türbesi kesme taşlardan sekizgen planlı, üzeri
kubbeyle örtülü idi. Kuzey ve güney yönlerinde demir parmaklıklı ufacık
pencereleri vardı. Dileklerinin kabul olması için analarımız pencerenin önüne
çömelir dualar okur demirlere çaput bağlardı. Türbeye bitişik ahşap ve
kerpiçten yapılmış ufacık birde mescidi vardı, mescidin içi ve dışı tatlı
kireçle sıvanmıştı. Minaresi tahtadan yapılmıştı. Caminin üzeri toprak bacaydı.
Sonradan çatı yaptırıldı. Kabristanın güney tarafındaki mezarlar kılavuz
mahallesi’nin evleri ile iç içeydi. Gençlik senelerimde, bilhassa ikindi
namazımı bu mescitte kılarken ilahi bir huzura kavuşur namazın bitmesini hiç
istemezdim.
1971-1974
senesinde maalesef bu tarihi mescitte yıktırıldı, Türbeyi içine alan iki katlı
bir cami yaptırıldı. 800 kişilik caminin yapımında seyran tepede’ki Amerikan
taşları kullanıldı.
Türbenin
çevresindeki mezarların pek çoğu ulema ve alimlerin ebedi makamları. Tekkenin
son uç noktasında medrese mollaları yatıyor. Mustafa Taki, Bedrettin Doğruyol ,
Cizözülü Yusuf Efendi, vefat ettiklerinde, hocalarına olan sonsuz saygıdan
dolayı kabirleri hocalarının ayaklarına gelecek şekilde düzenlendi.
Yukarı
tekke ile Akkaya arasındaki vadide geceleri, uzunburunlu, kısa boylu cinlerle
karşılaştıklarını görenler yemin billah ederek anlatıyor. Bunalıma girenler, yaşantılarının
anlamsızlığını düşünenler, çektikleri acıları, eziyetlere, mecalleri
kalmayanlar, ömürlerine son vermek için yukarı tekkeden kendini boşluğa atıyor.
Bir bayanın intiharını gören arkadaşım üzülerek, kadının kayalıklardan atladığı
andaki feryadını günlerce unutmadım diyor. Belediye yakın senelerde, kayaların
çevresine yüksek tel örgüler çektikten sonra buradaki intihar olayları kısmende
olsa azaldı. Yukarı tekke, şehrimizin en yüksek ve seyrangah mezarlıklarından
biri olduğu için, sıkıntıyla geçen bir ömrün yükünü taşımaktan usanan bahtıkara
yaşlılar, bu dünyanın meşakkatinden bunaldıkları için, laf arasında “ne olur
öldüğüm zaman beni yukarı tekke mezarlığına defnedin” vasiyetindede bulunur.
Yukarı
tekkenin altında, Çingen mağrası ile Dümbelek mağrası denilen iki mağra var. Bu
mağaralara girenler anlatıyor; Cin mağrasına meşale ışıklarıyla girdiklerini
metrelerce ilerleyince insanı tedirgin eden, ürperten, uğultuların geldiğini
bir ırmağın çağlıyarak akışına benzer ses duyduklarını anlatırlar.
Yukarı
tekkenin altının boş olduğunu, insan eliyle örülmüş bir duvarla
karşılaştıklarını, duvardaki oyuklarda ufacık top şeklinde demirler olduğunu bu
demirlerin iki tanesini getirip, eski bakır demir karşılığında elma satanlara
verip cepler dolusu ekşi elma aldığını anlattı. Dümbelek mağarasında sarkıtlar
olduğunu, sarkıtlara vurulunca dümbelek gibi ses çıkardığı için bu mağaraya
dümbelek mağarası deniliyor. Mağranın içlerine yer, yer dar ve alçak
galerilerden geçilerek girildiğini, sürekli esinti olduğunu, metrelerce
ilerledikten sonra meşale söndüğü için havası kalma korkusuna kapılıp geri
döndüklerini anlattılar. Bunları ben;ömürlerini, Hacı sait mahallesinde geçiren
yukarı tekke ile çevresini avuçlarının içi gibi bilen yaşları kemale ermiş
yerlilerinden dinledim. Hacı saitteki eskinin yaşlıları, marifet olsun diye
mahalledeki gençlerin yürekliliğini, cesaretini ölçmek için gecenin bir
yarısında yukarı tekke mezarlığına gidip gelmelerini söyler, gidip gelme
cesaretini gösteren gençler yaşlılar nazarında yiğit ve cesur olarak itibar görürmüş.
Pirkinik
tarafındaki Arif efendinin değirmeninden, Karaağaç köprüsüne kadar ulaşan
ortasından Mısmılırmağın geçtiği, o zamanlar yeşilliğin hakim olduğu, Sivas
kadar yaşlı ve bereketi bol olan bu bölgeye eskiden tekke önü diyorduk. Bostanların
söğüt, iğde, meyva ağaçlarının ferahlandırdığı bu bölge;bir zamanlar şehrimizin
insan mozayığını oluşturan çehrelerin renklendirdiği, geleneklerin birlikte
yaşatıldığı en göze mekanlardan biriydi. Tekke önü demek, Gelenek demekti. eğlence,
sevgi, saygı, niza, kavga, dövüş, hasret çeken sevdalıların kaçamak bakışlarla
yüreklerinin sevgiyle çarpması demekti. Çok zaman Cuma sabahları İhramcı Zade
İsmail Hakkı Efendi ihvanlarıyla buraya gelir. Irmak kenarındaki ağaçların
altında oturur, dostlarıyla sohbet eder, semaverde demlenen çaylar içilirken, güzel
sesli ihvanların okudukları kasideyi dinlerdi. Bir diğer tarafta kazanlarla
yemek hazırlanır, helvalar yapılırdı. Geldiği gün Efendi’yi rahatsız etmemek
için , Tekke önüne eğlenmek için gelen ahali sakinleşir, bayanlar ırmakta yün, kilim
yıkama işini bırakır, sarhoş takımı mezelerini, içki şişelerini torlar toplar
edeple çekip giderdi. Ihvanların pişirdiği yemekler, etler, helvalar, tabak
tabak çevredekilere dağıtılırdı. Efendi için yapılan helvadan birer tabak
alarak efendi çocukları çok sevdiği için kendi eliyle dağıtırdı. Bunu bizzat
efendinin elinden helva alan Alp Aslan Ayral Beyefendi anlattı.
Tekke
önü Cuma günleri dolar taşar hıdırellezde, sıçancıkta bu bölge mahşeri piknik
alanına dönüşür. Semaver yakanlar , ip atlayanlar, papuç çırpması ile körebe
oynayanların kahkahaları Akkaya’da yankılanır. Cesaretli olanlar yukarı
tekkenin sarp kayalıklarındaki yıldırım deliğine tırmanırken heyecanla
izleyenlerin yüreklerini ağızlarına getirir. Gramofonlarda plaklar çalınır, eli
kulağına atan güzel sesler türkü çığırır, gözlerden uzak bir köşede alemlerini
yaşayan sarhoşların zaman zaman attıkları naralar tüm sesleri bastırırdı. Burası
yetmiş yıl evvelki tekke önü;udun, cümbüşün, klarnet ve kemanın sesine sesi
güzel ağızlardan çıkan şarkıların, türkülerin, gazellerin yanık sesi karışır
dinleyenlerden kiminin yüreği yumuşar, göz yaşı döker, kimide coşar nara üstüne
nara atar. burası tekke önü;cümbüşün, darbukanın çaldığı oyun havalarına dağ
gibi yiğitler halay tutar halayın tey teyleri çepükleri Ağkaya’da yankılanır. Bazende
sarhoş grupların attıkları naralar birbiriyle karşılaşır, önce karşılıklı laf
atmalar başlar ağız dalaşı önce herse, sonra kavgaya dönüşür. Dikmeleri yani
gencecik fidanları kırıp eline alanlar hasımlarına saldırır, ortalık ana baba
gününe döner. Sopa çalanla sopa yiyen seni Allah yarattı demez acımasızlaşır, birbirlerine
çalarda çalar. Kafa, göz, ağız, burun kan revan içinde kalır. Kadınlar çocuklar
kilimini, dastarını, semaverini, selesini sepetini kapar dövüş alanının dışına
kaçar, başımıza bir hal gelmesin diye. Büyükler gözü pekler araya girer kavga
edenleri güç bela ayırır. Kanayan yaralara çaput yakılır külü basılır kan
dursun diye, şişen göze dağılan buruna, kabaran dudağa ekmek çiğneyip basılır
fazla şişmesin diye. Kavgadan çıkanlar şapkalarının tereklerinden tutup üstlerindeki
tozu, kumu, otu, çöpü çırpıp temizlerken sağkinleşir yan başlarında akan
mısmılırmak kadar durgunlaşırdı. Ortalık sükun bulur süt liman olur tekke
önünün şenliği daha bir coşkuyla yeniden başlar. Burası yetmiş yıl evvelki
Sivas’ın tekke önü. Irmakta;halı, kilim, yün yıkayan bayanları seyretmek için
buraya röntgencilerde gelir sık ağaçların, çalıların, iğde ağaçlarının arasına
gizlenir, gözetleme deliklerinden ırmaktaki kadınların, kızların baldırlarını
bacaklarını seyreder. Ve birde yakalanırsa çevredeki bilhassa Hacı saat ile
Klavuz mahallesinin gençleri röntgenciye sopa çala çala haşant eder. Bir daha
röntgencilik şöyle dursun tekke önüne dönüpte bakamay töbe cesaret edemez.
Sivas’ta
ilk füze fırlatma denemesi tekke önünde yapıldı. Yüzlerce kişinin meraklı bakışları
altında yapılan bu deneme maalesef başarısızlıkla neticelendi. Sivas’a ilk
gelen helikopter Ağkaya’nın üstüne indi. Ahali, bu acayip hava taşıtının inip
kalkmasını merak ve heyecanla seyretti. Belediye tarafından Ağkaya’nın üstüne
beşyüz tonluk su deposu yaptırılırken çevredeki kazı ve hafriyat sırasında fi
tarihinden kalma bir lahtin çıktığıda söylenir. Akkaya’nın önündeki ocaklarda
buraların taşları yakılır. Tatlı kireç üretilir. Topak topak kireçler demir
plakalarla dövülüp ezildikten sonra tel eleklerde elenir, bez torbalara
doldurulur, at arabaları ile inşatlara gönderilirdi. Akkaya’nın pur taşları
kolay çıkarılıp ucuz satılırdı, dayanıklı olmadığı için bu taşlarla avluların, bostanların,
bahçelerin duvarları örülürdü. 1960 senelerinde bu bölgede inşaat tuğlası
imalatıda yapıldı. Arif efendinin değirmenin yakınlarında galeri açıp taş
kömürde arandı ama bu teşebbüsten bir netice alamadı. Mısmılırmakta buğday
yıkanır, ırmaktan çıkartılan kum ve çakıl at arabaları ile inşaatlara götürülür
, sel gelince seleler sepetler dolusu balık tutulurdu. Irmak çevresindeki
bahçelerde elma, vişne, erik, armut, çördük, iğde ağaçları meyva yüklü
dallarını taşıyamaz kırılmasın diye altlardan dallara yer yer destek verilirdi.
Ulu söğüt ağaçları, türlü çeşit kuşlara tüneyecek dal yuva yapacakları mekan
olurdu. Burada leylaklar evlerin puharilerine yuva yapar, kartallar yüksekten
uçardı. Tekke önü
yılanların,
kurbaların, tilkilerin, kirpilerin, kaplumbağaların, kurtlarında mekanıydı. Burası
arıların, karıncaların, kelebeklerin, böceklerin yuva yapıp üredikleri bir
bölge idi. Hacı Bekir camisinin önündeki çifte lüleli ünzüle pınarının suyu
tekke önündeki kaynaktan gelirdi. Buz gibi soğuk ve tatlı ikinci bir göze
burada kaynar gözenin etrafında yetişen nane kokusu çevrenin havasını tepdil
eder. Harmanlıkta madımak toplanırdı.
Soğuk
çermik tarafından gelen Mısmılırmak tekke önüne bereketide beraberinde
getirirdi. Irmağın bir kolu üst başlardaki Arif efendinin deyirmenine uğrar
görevini tamamladıktan sonra tekke önünün geniş ovasındaki tarlaları, bostanları,
bahçeleri suya kavuştururdu. Hacı Hasanların, Saffet emminin, Osman emminin, Binbaşı
Mustafa ayral’ın, Öğretmen Mahmut Ayral’ın, Nihat Erek’in, Klavuzlu Mustafa
Kara dayının, Hacı Hasanların manav oğullarının tel çivisi Hüseyinin, Deli
Hasanın, Kadı oğullarının bostanlarından bereket fışkırır. Reçberler, bostancılar
salatalıkları, domatesleri, fasülyeyi, pancarı, soğanı, maydanosu, kabağı
toplamakla biçmekle tüketemez. Çünkü burası Halil İbrahim bereketiyle kutsanmış
topraklar. Tarlası bostanı olmayan fakir komşular gelir komşusunun bostanından
ihtiyacı kadar mahsül toplar, parapul teklif edemez, etse azar işiteceğini, gönül
kıracağını bilir, suskun olur. Allah razı olsun lafı burada engeçerli akçe’den
sayılır. Burası yetmiş yıl evvelki tekke önü. Onun için burada mahsül ana sütü
kadar temiz ve bereketli olur. Burada salatalıklar telislerle toplanır, kağnılarla,
arabalarla, nalbatlar başına, garipler pazarına, atölyenin önüne Sivas’ın
değişik semtlerine taşınır, öbek öbek yığılır. Satışlarda gram terazi
kullanılmaz. Tane işi, kalbur, gözer dolusu ölçüler, alıcıyla satıcının kanaat
ve gönül terazisinin tartıları olur. Güz mevsiminde şalgam, turp, patates, yer
elması, havuç, soğan toprak altından gün yüzüne çıkarılır. Bostanlarda onlarca
öbek oluşur. Reçberler çıkan mahsulü telislerle, kağnılarla, çetenlerle
taşımakta satmakla konuya komşuya kalbur kalbur dağıtmakta tüketemez. Geriye
kalanları baharda kullanmak veya satmak için toprağa tekrar gömer.
Hacı
Sait ile Kılavuz mahallesinin sakinleri çoğunlukla tarlayla bostanla, mal ve
davarla uğraşırdı. Burada;şükretmesini bir derviş kadar sabıretmesini bilen
sözü sohbeti dinlenen öğüdü tutulan yaşları kemale ermiş Allah’ın adamı
dediğimiz bilge kişiler çoğunluktaydı. Bunlardan biride Saffet emmiydi. Mahalllenin
her işine koşar canla başla çalışır , dur durak bilmez, itiraz kelimesi aklının
ucundan asla geçmezdi. Ömrü tarla , bostan ekip biçmekle geçti. Ama , Saffet
emmi hızarcıydı, mahallenin odununu keser yarardı. Ölçü ipiyle , boy ölçüsü
alır mezar eşerdi. Mahalle mescidinde müezzinlik yapar , yanık seda ile ezan
okurdu. Mısmılırmak kadar sakin ve temizdi, çocukları çok sever hayırlı öğütler
verir şeker dağıtırdı. Kendine has bilgi ve deneyimle salatalık, domates, tohumları
üretirdi. Sivas’ın bostancıları, Saffet emminin ürettiği tohumları tercih
ederdi. Daha çokta Niğde’liler gelir Saffet emmiden torbalar dolusu salatalık, domates
tohumları satın alırken ektikleri bu tohumların sayesinde bol ve lezzetli
mahsül yetiştirdiklerini, bu yüzden çokta para kazandıklarını anlatırlardı.
Tarihle
yaşıt tekke önü dedim. Manevi değerleri, İslam öncülerini, İslam kılavuzları
ile Alp erenleri, kadersiz şehzadeleri bağrına basan Yukarı Tekke dedim. Analarımızın
ak sütü kadar temiz ve bereketli; Mısmılırmak;Sivas’ın kuzey doğu yönündeki
soğuk çermik in kaynağı ile çevresindeki dağların gözelerinden beslenir. Tekke
önüne ulaşmadan önce soğuk çermikteki Ahmet Turan Gazi nin yattığı yalçın
kayalıkların eteklerini öperek ayrılırken kutsanır. Tekke önüne kadar nazlı
nazlı akarak gelir. Abdülvehab Gazi’nin yattığı kayaların eteklerinede öpüp
giderken mübarekleşir, adı Mısmılırmak olur. Sivas’ın kutbu Şeyh İsmail Hakkı
hazretleri 1969 senesine kadar senin suyundan içtim, abdestini senin suyundan
aldım. Nazlı nazlı akışısı seyrederken derin uykulara daldı. Salihinden dört
adım ötende yatan öksürük baba erenleri koruyucun gözetleyicin oldu. Alp
Erenlerin evliyaların yattıkları toprakları, kayaları öperek aktığın için sende
mikrop barınmadı. Tertemiz akışına vurulan Sivas’lılar sana mısmılırmak dedi. Halifelik
mezarlığının yakınlarında mundar ırmağın suları sana karıştı. Sivas’lılar
buraya çat dedi. Burdan sonraki Kızılırmağa kadarki yolculuğunun adı Çat Irmağı
oldu.
Fi
tarihinden beri Sivas’ın sembolü oldun. Halk tarafından kutsallığına inanılan
mısmılırmak ismin ne yazıkki yakın senelerde Aksu’ya dönüştü.
Şehircilikte
tarihten gelen adların yaşatılmasında duyarlı olduğunu bildiğimiz Sayın
Belediye Başkanımız, umarım Aksu ismini yeniden Mısmılırmak ismine dönüştürür. Çünkü;Şeyh
İsmail Hakkı Hazretleri, Cuma namazlarını kılmak için abdestini, Aksu’da değil
mısmılırmak’da aldı. . .
1-Amerikan
koleji’nin taşlarını seyran tepeden Yukarı tekke’ye kamyonuyla getiren sayın
Eyup Kaya anlattı.
2-Sayın
Hasan Coşkun beyefendinin verdikleri bilgi.
3-Eski
mezarlıklar müdürü Sayın Fazlı Karaimamoğlu beyefendinin verdikleri bilgi.
Bu
yazının hazırlanmasında bilgilerinden yararlandığım sayın Alparslan Ayral, Sayın
Dr. Orhan Erdağ, Sayın Doğan Ekici ile kadim dostum sayın Cahit Afacan
beyefendilere çok teşekkür ederim. Bu yazıyı sizlere ulaştıran Torunum Oğuzhan
ŞARZEP’e teşekkür ederim.
YAZAR
KADİR ÜREDİ VE YRD. DOÇ. DR. HASAN COŞKUN

No comments:
Post a Comment